Kültür Sanat
Heidegger’in Kulübesi - Mustafa Kutlu
Follow @dusuncemektebi2
Dergâh Yayınları “Heidegger'in Kulübesi”ni yayımladı (Adam Sharr, Çeviri: Engin Yurt, Kasım 2016). Ünlü düşünür Martin Heidegger (1889-1976) Güney Almanya'nın Kara Orman dağlarının yükseklerinde inşa edilen kulübesinde çoğunlukla tek başına elli yıl yaşadı.
Kitapta filozofun hayatı, kulübenin fotoÄŸrafları, mimarisi, düşünürün bu “yer” ile ilgili ifadeleri, ziyaretçilerin hatıraları bulunuyor. Elli yıl içinde kulübeden aÅŸağı, ÅŸehre inip dersler vermiÅŸtir. Hatta 1933 Nisan'ında Freiburg Ãœniversitesi rektörlüğüne getirilmiÅŸ, Nazi partisine katılmış, bir yıl sonra rektörlükten istifa etmiÅŸtir. Altı metreye yedi metre olan kulübe ormanın kıyısında, o civardaki bir köye yakındır. Düşünür burada hemen her iÅŸini kendi yaparak (elbette zaman zaman eÅŸi gelmiÅŸtir) eserlerini yazdı. Kır yaÅŸantısını, inzivayı seçmesi onun tabiatla birlikte olma isteÄŸinin göstergesidir.
1934'te Heidegger'e Almanya'da atanabilecek en saygın yer olan Berlin'deki felsefe kürsüsü teklif edildi. Düşünür bu teklifi geri çevirerek kulübedeki hayatı tercih etti. Daha sonra bir gazete yazısı olarak yayımlanacak radyo konuşmasında bu tercihin sebeplerini az da olsa dile getiriyor. Heidegger'in taşra, kır yaşamı, köylüler ve tabiatla felsefe arasında kurduğu yakınlığı açıklayan (kitaptaki) radyo konuşmasından bir bölümü aşağıya alıyorum:
“Kara Ormanların güneyinde geniÅŸ bir yayladaki sarp yamaçta, 1150 metre yüksekliÄŸindeki tepede küçük bir kayak kulübesi vardır. Kulübenin zemini 6'ya 7 metredir. Alçak dam 3 odanın üstünü örter: Bir tarafı mutfak olan oturma odası, yatak odası ve bir çalışma odası. Bu benim çalışma dünyamdır… Ben bile aslında hiçbir zaman manzarayı böyle inceden inceye yoklamam. Mevsimlerin büyük iniÅŸ ve çıkışlarındaki saatlik, günlük-gecelik deÄŸiÅŸimlerini seyre dalarım. DaÄŸların ağırlığı ve kütlelerinin sertliÄŸi, çam aÄŸaçlarının temkinli büyümesi, parlayan, çiçeklenen çayırların sade ihtiÅŸamı, uzun güz akÅŸamlarındaki daÄŸ deresinin şırıldaması, derin karla kaplı düzlüğün sert sadeliÄŸi, bütün bunlar -gündelik varoluÅŸ boyunca- orada yukarıda sürer gider ve peÅŸ peÅŸe gelir ve salınır durur. Bu manzara, yine de, yapmacık anlardaki keyifli bir dalış ve yapay bir empatide deÄŸil, aksine kendi varoluÅŸunu, sadece, Çalışmanın içerisine yerleÅŸtirdiÄŸinde bulur. Bu DaÄŸ gerçekliÄŸi için mekânı sadece Çalışma açar. Çalışmanın gidiÅŸi manzarada olup bitenlere gömülmüştür. SoÄŸuk kış akÅŸamında sert bir kar fırtınası vuruÅŸlarıyla kulübenin etrafında kıyameti kopardığında ve her ÅŸey karla kaplandığında ve örtüldüğünde, o zaman felsefenin yüksek zamanıdır. Ä°ÅŸte o zaman, felsefenin soruları sade ve önemli olmak zorundadır. Her bir düşüncenin inceden inceye çalışılması, sert ve keskin olmaktan baÅŸka türlü olamaz. Dilsel biçim vermenin güçlüğü tıpkı fırtınaya karşı yükselen çam aÄŸaçlarının direniÅŸi gibidir. Ve felsefi çalışma, bir münzevinin tuhaf uÄŸraşı olarak yürütülmez. Felsefi çalışma köylülerin yaptığı çalışmanın tam ortasına aittir. Genç köylü ağır kızağını sürükleye sürükleye yamaca çıkardığında ve kızağı hemen orada akgürgen kütükleriyle tepeleme yükledikten sonra tehlikeli bir bayırdan evinin avlusuna doÄŸru yönelttiÄŸinde; çoban ağır-düşünceli adımlarla sürüsünü yamaca doÄŸru sürdüğünde; odasındaki köylü, çatısını onarmak için çok sayıda ince çatı tahtası hazırladığında, o zaman benim çalışmamla aynı türden bir çalışma yapmaktadırlar. Felsefi çalışma doÄŸrudan köylülere ait olanın içinde kök salar… Åžehirli sözümona bir taÅŸra ikametiyle olsa olsa bir kez 'esinlenir.' Ancak benim bütün çalışmalarım, bu daÄŸların ve köylülerin dünyası tarafından taşınmış ve yönlendirilmiÅŸtir. Åžimdilerde ara sıra, orada yukarıdaki çalışmam; burada aÅŸağıdaki toplantılar, konferans yolculukları, tartışmalar ve öğretim etkinlikleri nedeniyle uzunca bir süre sekteye uÄŸramaktadır. Ancak tekrar yukarıya çıkar çıkmaz, kulübedeki varoluÅŸumun daha ilk saatlerinde, önceki sorgulamalarımın bütün dünyası, dahası onları bıraktığım biçimiyle ortaya çıkıyor. Kendimi sadece çalışmanın salınımı içinde bulurum ve aslında onun gizli yasasını asla bütünüyle bilemem. Åžehirliler çoÄŸu zaman, daÄŸların arasındaki köylülerin uzun, tekdüze Yalnız olma durumuna hayret ederler. Oysa bu Yalnız olma deÄŸil, tek başınalıktır. Gerçi insan büyük ÅŸehirlerde de neredeyse baÅŸka hiçbir yerde olamayacak kadar kolaylıkla yalnızlığa düşebilir. Ancak insan orada asla tek başına olamaz. Çünkü tek başınalık bizi tecrit eden deÄŸil, aksine bütün varoluÅŸumuzun, bütün ÅŸeylerin özünün geniÅŸ yakınlığının içine doÄŸru açılmasını saÄŸlayan kendine özgü güçtür.”
Felsefeyi sevmem ve anlamam. Ancak Heidegger'in düşünceleri ile kendi düşüncelerim ve sanat anlayışım arasındaki neredeyse birebir benzeşme beni heyecanlandırdı.
Demek ki neymiÅŸ?
Taşraya, köylülere, tabiata başka türlü bakmak lazım imiş. Öyledir. Eşyanın tabiatını ancak suyun sesini, çiçeğin kokusunu, arının vızıltısını, ay ışığını, dağların vakur duruşunu kavrayarak; bir köylünün yalın yüzüne bakarak anlayabilirmişiz.
Henüz yorum yapılmamış.